SERZENİŞ

-ZÜHRE AZAZİ KAR YAZIYOR-
Zihninizde dolaşan herhangi bir hüzünlü sahneyi, o anda gözünüzün önünde yaşanıyormuş gibi izlememek adına, kafanızı yan tarafa çevirdiğiniz olur mu?
Depremler, yangınlar, ülkemizdeki siyasilerin iki yüzlülüğüyle beraber, vatandaşlarına karşı hak, hukuk ve adaleti bertaraf etmeleri zihnimizi kurcalarken, gözümüzün önündeki gerçeklikten kaçmak adına, kafayı bazen sağa, bazen sola fazlaca çevirir olduk.
Mümkün olsa tamamen geriye çevireceyiz.
Ama ne mümkün!
Düzeltmek için, elimizde sihirli bir değnek de yok!
Kudret de yok!
Sadece kökleri sağlam bir ağaç gibi, kendi dallarımızın altında kalanlara gölge olabiliyoruz.
Meyve verebiliyoruz.
Dünyayı kocaman bir sofra olarak düşündüğümüzde, ortadaki dolu tencereyi gören herkes onu yemek telaşında.
Kurbandan müsade isteyen yok!
Çocukluğumuzun düğünlerinde düğün sahibi, kiralama usulüyle tedarik ettiği ve bir kamyonun arkasına yüklenerek getirilen, bazen doğal ahşabın kendi renginde, bazen rengarenk boyanmış iskemleler ve masalar olurdu. Düğünün yapılacağı alansa geceden veya günün ilk saatlerinde taraçalanır ve sulanırdı.
Akşam üzeri davetliler, kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle gelirdi düğün alanına.
O tahta masalar donatılır, yan masalara ikram edilirdi. Yan masadaki yemek çeşitleri ortaktı aslında. El lezzeti ve nezaketti onları farklı kılan.
Aslolansa paylaşmaktı!
Güzel sofralar için düğün şart değildi. Küçük bahaneler yeterdi. Sofranın etrafındaki kişi sayısı bilinmediği gibi, bırakın mezhebini, dini bile bilinmezdi.
Anlaşmak için ortak bir dile de gerek yok. İnsani duygular yeter!
Unutmayalım ki hoşgörünün olmadığı yerde kardeşlik de merhamet de olmaz!
Şarkıların çoğu, filmlerinse bazıları mutlu sonla biter. Hayatsa her şey yolundayken dağılıverir bazen. Veya ummadığınız bir ışıkla aydınlanıverir. Yapmanız gereken onca şey varken tamamen bitebilir de…
Yani masal değil ki hep toz pembe olsun!
Şu aralar çoğumuz, masada yarım kalan kadehler gibiyiz.
Dökseniz ziyan olacak.
İçseniz tadı yok!
Kendi ülkemizin dertleri yetmiyormuş gibi jeopolitik durumumuzdan kaynaklanan yani coğrafik olarak konumlandığımız ve siyasetler arası ilişkilerden kaynaklı yerimiz dolayısıyla da sıkıntılar var. Aslında şu dünyaya geldik geleli Ortadoğu sıkıntılı.
İslam coğrafyasının makus kaderi deyiverecem, sonra dinimizin çarpıtılmamış güzel vecibeleri geliyor aklıma.
Cehaletten diyor ve susuyorum.
Çocukken, annem bize bir iş verdiğinde oyuna dalar, verdiyi vazifeyi geciktirirdik bazen.
O iş muhakkak yapılırdı ama. İstersen yapma!
O gecikmenin verdiyi kızgınlıkla annem, “Siz bu işi yapana kadar, Araplar sulh içinde yaşamaya başlayacak” manasına gelen bir deyim kullanırdı. Arapça olan bu deyim, hakikate ulaşmak için bir özlem de içerir aslında.
Gerçekten yorulduk. Her sabah yeni bir senaryoya uyanmaktan yorulduk.
Sadece biz mi?
Ölüm bile yoruldu!
Oysa en güzel şiir, barış değil miydi?
Bu yazım bir serzeniş yazısı olmuş olabilir?
Evet yine soruyorum, onca doğal afet varken nedir paylaşılamayan?
Ulan geldik, gidiyoruz!
Yaşadığımız her an mazi oluyor. Mutluluğa giden yolu çizmek bu kadar zor mu?
Ne demişti Can Yücel;
“En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan, ne seyyareler, ne de yıldızlar geceleri ışıldayan… En uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir Birbirini anlamayan…”